Merhaba,
Ankara Magazinin bir köşesinde yazı yazmam istendiğinde kabul ettim. Hatta, galiba ilk ben “size sürekli yazabilirim” demiştim.. Sonra düşününce biraz ürkmedim değil, bu köşede ne yazacaktım? Her köşe yazarının köşesinin bir adı var, adsız köşe olmaz! Tamam, hemen köşenin adını koydum: “Kent ve Çevre”. Biraz klasikleşmiş, herkesin koyabileceği bir ad ama, olsun! Bu çok boyutlu ve uçsuz bucaksız konuda, hem de “Ankara” konusunda yazacaktım.. Bu bir “Magazin” di ve insanları sıkmadan birşeyler söylemek gerekti.. Bir kentli, bir kent plancısı olarak “Ankara” nın en bildiğim yönlerini yazmak önemliydi benim için.. “Kent” ve “Çevre” boyutlarını ele almak, kısa ve öz bir şekilde –zor olsa da- ilgi çekici olmak..
Nüfus kağıdıma baksalar, yahu bu zaten İstanbul doğumlu, ne anlar Ankara’dan diyeceklerini de bile bile!
Ancak, 30 yılı aşkın bir süredir Ankara’da yaşayan ve 20 yılı aşkın bir süredir de “Kentleşme”, “Eski Ankara” ve “Doğal, Arkeolojik ve Kentsel Koruma” ile uğraşmanın birikimi var. “Sanki yüzyıllardır bu kentte yaşadım, yaşamları, olayları ve olayların geçtikleri mekanları izledim”.. Bu cümle biraz abartılı oldu galiba, ama ben bir “Ankaralı” yım ve Ankara’ya dün gelmişlerin fikirlerini söyleme özgürlüğü varsa, benim de haydi haydi vardır.. Zaten demokrasi de var değil mi?
Ayrıca, ben bu kenti seviyorum ve içinde yaşıyorum. Neden mi? Bunun pek çok nedeni var ve zamanı geldikçe yazacağım. Sevmeden, sevgisiz yaşamak herhalde çok tatsız birşey olsa.. Ben ülkemdeki her kenti seviyorum, ama içinde çalıştığım ve kısa süre ile yaşadıklarımı biraz daha fazla.. “Sevmek” her şey demek değil tabii ki, sevdiğine, sevdiğin kente, yaşadığın kente de bir katkısı olmalı insanın..
Bu yazıların bir amacı olmalıydı. Bu amaç; uzun yıllar üzerinde çalıştığım, çaba gösterdiğim “Doğal ve Tarihsel Çevre”, “Koruma”, “Kentleşme”, “Kentsel Tasarım”, “Kent Kimliği”, “Kent Yönetimi” ve ilgili konuları akademik çevrelerden daha ötelere taşımak, iletişim kurmak, “Kentli” ile “Kentleşen” ile ve hatta “Kentleşemeyen” lere ulaşmak olmalıydı. Doğal olarak sıkıcı olmayan, ancak bilimsel temeli de bulunan yazılar yazmak zor olsa gerekti.. Herhalde, böyle yazmanın bir acemisi olarak beni zamanla bağışlarsınız ! “Köşe Yazarı” olmanın hem çok zor, beğenilen bir köşe yazarı olmak ve okunmanın da daha zor olduğunun bilincindeyim. Böyle bir iddiam bu aşamada yok zaten..
Ankara; binlece yıllık bir geçmişe sahip ve içinde bulunduğumuz dönem inanın ki, tüm sıkıntılarına rağmen tarih içindeki en önemli ve parlak dönemlerden biri. Roma Döneminin, yaklaşık 2000 yıl önceki yönetsel, sosyal, kültürel, mimari ve kentleşmesinden sonra hiç böyle bir dönem yaşanmamıştı bu topraklarda.. Bu dönem; Ankara’nın “Mustafa Kemal Atatürk” ile birlikte onun silah arkadaşları ve Türk Ulusunun “Kurtuluş Mücadelesi”, “Uluslaşma”, “Cumhuriyet Yönetiminin kurulması” ve “Başkent” olmasından bu yana geçirilen en önemli bir kentleşme, sanayileşme, kültür ve sanat Başkenti olma dönemidir. Bu dönem; 20-25 000 kişilik çökmüş bir bozkır kasabasından dünyanın pek çok ülkesine örnek gösterilen bir “Başkent” yaratılması dönemidir. Ancak, bu kasaba binlerce yıllık bir tarih ve kültürü, köklü bir geleneği bünyesinde barındırıyordu ve tıpkı bir hücre gibi “Çağdaş” genetik özellikleri çekirdeğinde barındırıyordu diye düşünüyorum.
Bu yazıyı daha ilgi çekici (okunur!) hale getirmek için Ankara’nın eski bir resmini ekliyoruz. Bu yağlı boya tablo, yaklaşık 500 yıl önce 16 yüzyılda yapıldı, Hollanda’da bir müzede. Önemi şu; Ankara’nın o dönemde Halep’e benzetilecek kadar görkemli bir “KaleKent” olduğu, kenti çevreleyen üç sur bulunduğu, anıtsal yapıların yerleri ve konumları ile – bazıları günümüze kadar yok olsa da- belirlendiği bir tablo bu. Prof. Semavi EYİCE hocamız bu konuda bir kitap yazmış “Ankara’nın Eski Bir Resmi” (x) adıyla. İlgilenenlere bu kitabı bulmalarını tavsiye ederim. Ressam, tablonun önünde o dönemde Angora olarak anılan kentin en önemli sanayi ürünü olan ve Ankara keçisinin dünyaca meşhur yününden yapılan “Angora Sof” unun üretimini resimlemiş. Koyunların, keçilerin kırkılmasından, çıkrıklardan eğirilmesine, meviçli ve hareli kumaşların tezgahlarda dokunmasından yerli yabancı tüccarlara satılmasına kadar tüm üretim ve ticari süreç bu tabloda var, hatta geri planda “Akköprü” den kente doğru bir kervanın gelişi de bu senaryoyu tamamlıyor.
Bu tabloyu belki ileride, ayrı bir yazıda tüm boyutları ile inceleriz, ama başlangıç için, Ankara’nın Roma Döneminden sonra yüzyıllarca Kaleiçi’ne çekilip yaşadığını söylemek olasıdır. Ancak, 13-14 yüzyıllarda Kale dışına çıkılıp, Atpazarı, Koyunpazarı, Samanpazarı çarşıları ve Çıkrıkçılar yokuşu yolu ile Suluhan’a kadar gelişen bir ticaret kentidir Ankara.. Bunun başlıca nedeninin ise, ünlü İngiliz Kralı VIII. Henry’nin dahi giydiği “Sof” dan dokunan kumaşlarının olduğunu söyliyebiliriz. Osmanlı İmparatorluğu’nun Anadolu’da birlik ve barış sağlaması (Pax-Ottoman) ile, yükselme dönemindeki güçlü otoritesinin Anadolu’daki pek çok Kale Kent’in dışa açılması, sosyo-ekonomik ve nüfus gelişmesinin bir benzeri Ankara’da da yaşandı.
Bu yazı dizisinin bir programı yok, yani şu ay şu konu olacak diye de bir düşünce yok. İstekleriniz de yer alabilir, bana yazınız, kentte ele alınmasını düşündüğünüz ve bir kentli, kent plancısı gözüyle bakmamı istediğiniz konuları bana yazınız lütfen…
Sevgilerimle…
(x) Prof. Semavi EYİCE, 1972, “ANKARA’NIN ESKİ BİR RESMİ, TARİHİ VESİKA OLARAK RESİMLER-ANKARA’DAN BAHSEDEN SEYYAHLAR-ESKİ BİR ANKARA RESMİ”, Türk Tarih Kurumu “Atatürk Konferansları”, IV.Ciltten Ayrı Basım, Ank. Bu kitabın yeniden basılmasını yetkililerden bu vesile ile rica ediyorum.
• Ankara Magazine Dergisi, “Kent ve Çevre Köşesi”, Kasım 2002, SAYI 13, s.24-25'de yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder